BRUNİK DEFTERİ:
Bir Felâketin Ardından
Levent Yilmaz
***
“Dünyanın eski, çok eski bir çağının
bugün bizlerle yaşamakta olduğunu anımsatırlar bize.
İçimizde, dünyanın çok eski bir çağını taşıdığımızı da […]”
Bilge Karasu, Narla İncire Gazel, s. 19
Son günlerde artıyor kertenkelelerin sayısı. Kaygılanıyoruz, kaygılanıyorum. Kuş geliyor tünüyor her sabah Boynu bükük bir çamın tepesine, en ucuna eşit aralıklarla ötüyor, hep aynı ötüyor. Dünya tekerrürden mi ibaret? Eskiden, geçmişken, ramak kalmıştı felâkete, korkmuştuk. Ya şimdi? Ne yapacağız şimdi? Bu eve sığındık, bir eve sığındık. Bir yamaçtayız; taraçadan aşağı bakıldığında, vadinin ortasında ben diyeyim uzaktan sakin sen de hırçın mı hırçın akıyor belki, gürültüyle, belki, bir nehir. Duymuyorum çağladığını, görmüyorum aktığını. Çekildik ya içimize, kapandık ya birbirimize, zaman da böyle, “bir çeki taşı gibi”, üstümüzde. En son gelen an, bir öncekini eziyor, yok ediyor, eyvah! Savaş bu, olmuyormuş gibi olan. • Buğulu geçmişin içinden hortluyor bir takım görüntüler, gelip yapışıyorlar gövdeme. Daraltıyorlar beni. Nefes? Kimin aldığı nefes? Sıkışıyorum ve dar atıyorum kendimi çayıra. Otlar! Nasıl tanıyacağım sizi, neye iyi gelirsiniz, nasıl bileceğim? Unuttum şifanızı, hangi gökleri sevdiğinizi, hangi bulutla sürüklendiğinizi. Birileri biliyor, biliyorum, otun kendisini değil, tasvirini. Bir rastlantı kurdu hepimizi. • Günler sıkıntılı olsa gerek. Çoğalıyor çünkü sürekli kertenkeleler. Ya ben tuhafım ya etraf, yine sessiz evren, yine ıslak çimenler. Büyük bir sessizlik içinde oluyor, ne oluyorsa. Oysa, daha dün… • İyice karardıydı hava, koptu kopacaktı sağlam bir fırtına, bulutlar dağları sardı, karlar seçilmez oldu, bizi bize, bizi doğaya bağlayan halat iyice gerildi, ilk damlalar düştü, ilk yıldırım, zamanın öncesinden gelen bir sesle gök ilk kez gürledi. Koparalım dedik halatları, kopalım gidelim buralardan, yeter artık korktuğumuz! Başka bir doğa buluruz nasıl olsa, içimizde, başka bir şehir, yeter, yeter artık, fırtınadan da, kaybolmaktan da korkmayalım. • Aslında hep korktuk. Ondan, bundan, sudan, çelikten ve yağan doludan. Sığındığımız bu evde, bu korunaklı köşede, dindi dedik, haydi açalım pencereyi. Güller ezik, eğrelti otları köle, defne kırık. Dışarıda kalmış olsak, ölürdük. Işık yoktu içeride, beklemiştik, koyu öfke dinsin diye. Kavga bitsin, tekrar dışarı çıkalım istemiştik. Bozulmuştu dünya ve sonra, tekrar yapılmıştı. • Sakindi şimdi etraf talandan sonrası gibi. Zarardan, ziyandan ibaret bir dünya. Meşeleri doğrulttuk, kumları erittik, cam taktık doğramalara. Sıcak bastı sonra, rutubet kapladı zihinleri. İstemedik ki olmak, tüm fiilleri yok etsek yokluğa döner miyiz? Duruyoruz burada, yalnızca duruyoruz. Bir ses gelip dokunuyor kulağa, fısıltıyla, kaybedesin ki bulasın. Bir zamanlar, evet, akşamüstleri, ateşin etrafında, sihrini ve hünerini dökerdi ortaya ihtiyar. Kaybolur, yolu yürür, sonra yeniden belirirdi. Artık, olmuyor. • Gün doğuyor ve hiçbir şey beklemiyoruz doğan günden. Dünkü gibi sürükleniyor, umuyor, unutuyor ve yeni baştan kurmak istiyoruz dünyayı. Boşuna bekledik yıldız yağmurunu. Erkek bir ateşböceği, ölürken yeşil bir ışık saçtı. Kendini yaktı ve biz takımyıldızların arasında kaybolduk. Eski bir düşü gördük, ay doğdu, uyandık, yüzümüzde gümüş tozları. Daha ne kadar sürebilir ki bu? • Kaygıları bir an unutup kendimizi sözcüklerin, ışıkların, resimlerin neşeli dünyasına bırakıyoruz. Olur belki diye. Geçer diye. Artıyor kertenkelelerin sayısı. Kımıltısız duruyorlar avluda, üstlerine gidince kaçışıyorlar. Güneş yükseliyor, sıcak artıyor. Uzaklarda bir ateş, dumanı içimizde tütüyor, çam kokuyoruz, reçine. Saatler geçiyor, nehir galiba akıyor, yaz bitmeye yüz tutuyor. Anılar bitiyor, tasarılar bitiyor, olmak istemek bitiyor. • Zirveye yakın bir köy, ne zaman kurulmuş, kim kurmuş? Kayalar az bir uğraşla doğal basamaklara dönüşmüş. Orantısızlar doğal olarak, hayatımız gibi. Tırmanış, yorucu. Dün patlayan fırtınanın izi kayaların üzerinden kayıyor, süzülüyor, sızıyor. • Çürük yapraklardan, kayınların dallarından, kara meşe hayâletlerinden ibaret bir yol. Çıkıyoruz, bir düzlüğe varıyoruz. Parlıyor güneş. Kokular geliyor, alnımıza değiyor, burnumuzdan içeri süzülüyor. Toprağa çöküyoruz. İleride zamansız bir karanfil, yanı başında bir kuyu, buz gibi su. Burada su olmamalıydı. Burada olmamalıydık. Ama bunu bize söyleyecek kimse kalmamış. Bir kuşüzümünü sarmış arılar, kızılgerdan defneye tünemiş, kırlangıçlar çapkın süzülüşleriyle geçiyor, bir kertenkele uzakta, bizi seyrediyor. Sonra, hızla, kesik-aksak bir koşuyla, suya atlıyor. Bense hızla yıllar önceye, felâketin sözünün edilmediği zamanlara giderken, bir arı vızıltısıyla uyanıyorum. Düz burası, dümdüz. • Arı saldırıyor bana. Vızıldıyor, saçlarıma dolanıyor. Çırpınıyorum, sanki kendimden geçmişim, deli deseler de farketmeyecek, canım acıyor. Gözümün yanından sokuyor. Zonkluyor şakaklarım. Tam o sırada, bir çocuk beliriyor: - Ağabey, ağabey, ne oldu sana? - Yok bir şey, arı soktu. - Domates sür ağabey, çamur da sür. - Pekiyi. Ama sen de evine dön. - Evim yok benim. Hem yol köpek dolu.Sonra. Sonra sustu her şey. Sessizlik. Bir anda unutmuşum felâketi, arı, acı, kesip koparılmışım şimdiden. Çekiyor şimdi dünya beni kendine, sarıyor, sarmalıyor, oğuyor, öpüyor, seviyor. Yaşıyorum. • Dil, istediği gibi konuşuyor. Söz, geliyor. Havaya karışan sesler nasıl oluyor da anlamlı bir birim oluşturabiliyorlar? Şaştım ben hep buna. Bir sincap, uzakta, ceviz ağacında. Çocuk uzaklaştı. Ben duvar dibinde, çöktüğüm yerde. Tekrar yıllar öncesine dönüyorum. Hatırlayamadığım şeyler var. Eve döneyim de o zaman yazdıklarıma bakayım. Nasıl olmuş da gelmişiz bugünlere? Lâleler niye açmaz olmuş göğsümüzde yahut gül? Erguvan diye bir ağaç vardı… • - Hey, daldın yine! Dürtüyorlar. Uyanıyorum. Kamaşıyor gözlerim. Bir ordu sanki güneş, üstüme çullanıyor, ışınları kargı: Gözlerime gözlerime sokuluyor. Kapıyorum tekrar gözlerimi. Gözkapaklarımın için bir tür hayâl perdesi oluyor, üstünde tuhaf şekiller beliriyor, yüzler çizgileşiyor, renkler her an farklılaşıyor. Düş görmüş olduğumu anlıyorum. Gözüm şiş değil, arı yok, çocuk yok, neşe yok, hareket yok, ses yok, konuşan, dürten yok. Vadiye bakıyorum. Nehir galiba akıyor. Bu kez farklı olacak her şey. • Bugün 23 Ocak. Bu ülkeye geleli, demek ki, iki ay olmuş. Yurt bellediğimiz yerlerden, oraların kokusundan, ilişkilerinden kopup başka yerlere doğru yola çıktığımızda, oralara varıp yaşamaya alışmaya çabalayıp çırpındıkça, vardığımız, bulduğumuz bu gökyüzünü, kendini yeni hayat olarak sunan bu kokuyu benimseyip benimseyemeyeceğimizi nasıl bilebiliriz? [ Giderken dönerim elbette demedin mi Zordur ama demedin mi Gidişinin kalıcı olabileceğini kestiremedin mi Korkmadın mı, düğümlenmedin mi Dönüşü düşünmeden kim gitmiş ki ] Bir de elbette dönerim diyordum. • Kolaysa alış ayrılışa, eski hayatları düşün; uzun, uzak yolculuklara çıkanları; dönülüp dönülemeyeceği belli olmayan seferleri, tedirgin, korkulu bekleyişleri. Eski. Geçmiş. Oradayım. Duruyorum. Başka bir yere bakıyorum. Ama şimdi? Eskiden bakıp da gördüğüm başkalık bu değil. Bu değildi o gelecek. Şimdi yaşadığım zaman, o eski, öngördüğüm, önceden görür sandığım gelecek değil. Niye? Ne tuhaf. Burası başka. Ya şimdi? Durduğum yerden baktığım, görebildiğim bir gelecek mi var? • Geleceğin şimdisine varıldığında her şey belki ne belkisi mutlaka kesinlikle aynı mı olur? Geleceğin şimdilerinde başka geleceklere bakacağım cazibeli hayâllerine kapılıp, öne kaçacağım. • Başka hayatlar, onların nefis hayâlleri, değişiverir, yavanlaşır yanlarına varıldığında. Nereye varılırsa orası sadece orasıdır, alışılır oraya, eski hayâllere göre tanzim edilir ama o belde, yolda edinilmiş yeni âdetlerle. Efsunlu bir gökyüzü kuracaktık. • Limanın karşısından yukarı, tepelere doğru git. Nemli bir hava, kurşunî bir gök dile, ruhuma bu uygun de; bir rüzgâr gelsin, sırtına dokunuversin. Ürper. Bulutlar seyrelsin. Gözlerini kıs, denize bak, dalgalar kuzucuklar gibi yaklaşsınlar, tekneler bir o yana bir bu yana, sallansınlar, hayat gibi. Boş sokakta yürü. Buralarda hayat hiç olmamış gibi yürü. Hayâletlere ve kendine inan. “Herkes gitmiş,” de, “açılmışlar denize, tez gidişli kara teknelerle!” Sabırla hayâl ettikleri yepyeni bir dünyaya yollanmışlar. Kimse yok şimdi. Sen varsın. Geri gelsinler, gelebilsinler diye, dua et. Daha fazla yalnız kalma bu şehirde. • Hayâlgüçleri körfezdeki suyun derinliği kadar. Küçük şehir. Dar sokaklar. Kasvet. Kaçıp kurtulma isteği öylesine derinlerden geliyor ki, varmak isteyebilecekleri bir menzil, bir liman hayâli bile yok. Gitmelerinin içinde dönmek var mıydı? Hayat, bu kasvetli gönüllerde açılır mıydı? • Biz mi izin vermiştik buna? Biz mi hazırlamıştık felâketi? Artık geçmişi düşünemez olduğumdan, bu soruların bütün anlamı da yitti. Bundan sonrası farklı olacak, diyorum, hep demiştim. Niye hâlâ buradayım? • Hafızalarının derinliği de hayâlleri kadar; körfezdeki suya bakan anlar. Tek açık kapıları var: kıstırılmışlık. Tek imkân, kaçmak. Tek hedef, artık neresiyse oraya varmak. Geri dönmek fiili meydanlarda yakılıyordu. Hayat dar mekânlara hapsedilirse dönüşürmüş. Hayâl, kısılmışlığın, çaresizliğin mahsulüymüş. • Tamam, ayrılıyorum. Yok artık cendere, köprü, geçiş. Ötedeyim. Ayrıldım. Oradayım. İyi de bu başımızın üzerinde dönenen kara bulut da ne, niye perdeliyor bakışlarımızı, rüzgâr ne taşıyor şimdi? Niye tekrar kendini hatırlatıyor? Fark yok mu? Başka, mümkün değil mi? Niye takip ediyorsun beni gönülbağları? Niye ayrılmıyorsun benden, ruhum? Niye cisimleşirsin, camlaşırsın, kırarsın, yıkar, eser, ezer ve tozarsın? Hayâl ettiğimiz şeyleri ansızın görmek karşımızda ürkütür bizleri. • Ne yorar bizi, eski mi, dünya mı? Bir anda mı eskir yeni dünya? Hortlar mı hayat? Korkar mıyız? Çürümüş bir hayat, içi geçmiş, tökezletecek hepimizi. Niye katlanıyoruz ki? Hem biliyoruz felâketi, hem tekrar tekrar seyrediyoruz mor güneş batışlarını, mantar bulutları. Aradan kaç gün geçtiyse geçti. Boş kalfa, boş gezintiler, boş değil miydi dünya, başta? Kılıç balığı, sübye ve ahtapot: Ne zaman oldunuz ve doldurdunuz denizleri? Tarihten korkuyorum. • Rüzgâr esiyor; fısıltı, ilk dil: Sen anlıyorum, uzaklık, Duman. Anlatıyor: Kısa sürerse diriltir, eserse, tendeki tuzsa, deniz kokusuysa, dağılırsa bulutlar, eski bir ışıksa, kayboluş ve doruklara tırmanışsa, iç sıkıntısı ve orman yangınıysa, geliyorsa, çağırırlarsa… Ihlamurların kokusu da bir cümle aslında. • Biraraya geldiğimizde, konuşmuyoruz. Kurallarımız yok. Ya da bakışlar belirliyor ne yapacağımızı, gerekeni. Kim suçlu peki? Ne zaman icad ettik cezayı? Soğudu iyice havalar. Duvarlara elimi çizeyim, koca koca boğalar. Kardeşim gelsin sonra, bir kandil getirsin, oturup konuşalım şimdi. Denemediğimiz şeyleri anlatalım, dışardaki dünyayı. Çok geniş bir şimdide yaşadık biz. Bir aynamız bile yoktu. • Herkes, herkes olamaz. Korkuyorsun, anlıyorum seni. Gidelim, mantar toplayalım meşelerin altında. Sonra dönelim, bir taş alalım elimize, dayılarımızdan, amcalarımızdan öğrendiğimiz gibi, yontalım, biçim verelim: her biri benzer ama biricik olsun. Bizim olsun, güzel olsun. Güzeli bulmuş olalım. Korkarak, uğraşarak, sıkıntılar içinde. Hiçbir şeye işaret etmesin bu yamuk, aşı boyalı ve üstü çizik dolu taş. Konuşmasın, sussun. Susalım, büyü yapalım, titreyelim, kıpırdasın vücutlarımız, hareket dolsun içimize, kendimizden geçelim. Yapabildiğimize şükredelim. • Yok artık. Eksildik. Gitmiş. Bir daha oturamayacağız bu yamaçta, yıldız seyredemeyeceğiz. Birbirimize sarılamayacak, kahkahalar atamayacağız. Bana su ve yön bulmayı öğretemeyecek. Dışardaki iki servi ağacının arasına koyduk cansız bedeni. Sustuk, uzun uzun sustuk ki bu da bir konuşma sayılırdı. Oysa başka yerlerde, içimizden biri ölünce, hırçın nutuklar atılırdı, gitgide şiddetlenen, öfkeli. Sanki ölüm yokmuş gibi olurdu o zaman. Çirkin ve yanlış mı yoksa artık dünya? • Sırtıma dokunuyor. Kendine gel demek ister gibi. Gözlerine bakıyorum. Ne zaman ulaşmış yağmur ruhuna. Sarıldım. Durduk. Çiseleyen yağmur altında eve doğru yola koyulduk. Zaman yine geçecek. Neyiz biz? Niyeyiz? • Şimdi diyorum. Vakit şimdi. Ta kendisiyim ben şimdinin, kiraz çiçeklerinin, bir arslanın boğayı ısırmasının, kanlı bir kurban töreninin kendisiyim. Esir ve efendiyim. Körelmiş bir tutku, sahte bir umudum. Başkası yok artık. Tek başına nasıl yaşanır? Yarın gitmem gerek, erken yatayım, erken kalkayım, donuk nehir çözülmeden karşıya varayım. • Yeşim gibiydiler, saydam, huzursuz. Saatlerce badem ve dut ağaçlarının altında otururlardı. Sonra kalkıp tarlanın taşlarını temizlemeye giderlerdi. Ama hep bir işaret beklediler. Tırmanmak için ağaçlara, yüzlerini yıkamaya, yemişleri toplamaya, hepsine bir işaret lazımdı. Deniz kıyısına vardığımızda koyunlarla, kavun gibiydi güneş. Atladık suya koyunların peşinden. Nedensiz bir eğlence. Yüzdük, güldük, yorulduk ve akşam yatınca, deliksiz bir uyku uyuduk. Huzur tekrar geldi avluya. Hindi, kabardı. • İlkbahar gelecek, sen gelecek misin? O vakit ovada olmayız, köye gel. Köy o kadar da tenha değil. Fırında kuzular pişer bütün gün, ekmekler, yamaçtaki yatıra gideriz. Derdimizi gül ağaçlarına anlatırız. Gece geldi sardı bizi, denizlerin altından geçirdi, küpler dolusu altın bulduk, evren boş olamaz dedik, sesler bizi evlere çağırdı, sonra tekrar çağırdı, sonra seslerin sahipleri geldi, zorla götürüldük. Sabırsızca sabah olsun da oyun yeniden başlasın istedik. • Öncenin tekrarı gibi yalnızlık, çöküyor; bakışlar gibi kaçırılan, hayıflanılan, aranan, dönülen, derken, tekrar yalnızlık çöküyor. Bakışlar yoksa, derken… • Her yerde geçmiş tozları. Kum gibi, kedinin ayaklarıyla taşıdığı, odalara bıraktığı anılar. Resimler, kapılar, yazılar, kokular, onlar işte! Bu sancı, bu tuhaf his, evsizlik beni yeyip bitirecek yakında. Ait olmamak, taraf olmamak, gözünün bebeği olmamak. Beyaz boşluğun kabalığı, anların esneyişi, çığırtkanlığı. Niye ararız heyecan, dursak ya, esmer, güzel, ne bizi iter, nereye kadar? Arkamızda ne, poyraz, hangi salgı, nerede, hangi sinir, hangisine? Gidince ama dönmek zor. • Anladım bugünü. Yanlışım. Nasıl emin olunur peki, hangi odada, neye, nasıl? Lanet, aşk, konuşmasak? Uzağa değil, hayattan gitmek, hayatından gitmek. Bir cin vardı, içimde, lambamda, çıktı. Buldum. Dönmemek. Kalmak. Baş etmek. Kabul etmek. Öylesine hızla, değişmek. Kimiz artık, zaman ne? Cinnet. • Yıldızlar tokuştu, ben şahin istedim. Başka baharlarda, başka çiçeklerle yaşadın sen – İsteme benden istediğimden başka şey istememi. Hayatın çaresi mi var? • Bir gün söylenecek mi söylenemez olan? Daha fazla yazmakla mı kurtulur insan? Delirir mi hiç yazmasa? [1999-2001 ; 2007 ; 2014-2015 |